Batı
Anadolu’da Türk-İslam yerleşiminin önemli merkezlerinden Birgi, Aydınoğlu
beyliğinin kuruluş yeridir. Bugün İzmir ilinin Ödemiş ilçesine bağlı olan Birgi
Aydınoğlu Mehmet Bey tarafından beylik merkezi yapıldı. (1307) Aydınoğlu Mehmet
Bey 1312’de burada bir cami, türbe inşa ettirdi; onun hâkimiyetindeki bölge
Memleket –i Birgi adıyla anıldı. İbn-i Battuta 1333’te yaz mevsiminde
Bozdağ’daki sayfiyesinde bulunan Mehmet Bey’i ziyaret ettikten sonra onunla
birlikte geldiği Birgi’yi güzel ve zengin bir belde olarak tarif eder. Mehmet Bey’in
Birgi’deki sarayını gören İbn-i Battuta onun çeşitli ihsanlarına nail olmuş,
şehirdeki ilim adamları, müderris ve fakihlerle tanışmış, onların ihtişamına ve
yaşayışlarına hayran olmuştu.
MEŞHUR SEYYAH İBN-İ BATTUTA
SEYAHATNAMESİNDE AYDINOĞLU MEHMET BEY’İ ZİYARETİ
Birki: (Birgi)
Oradan
ayrılarak Birki’ye döndük.
İkindi
vakti şehre vardık. Yolda halktan bir adamla karşılaşarak ahilerin dergâhını sorduk.
Bize kılavuz oldu, kendi evinin bulunduğu bağa götürdü ve damda misafir etti.
Üzeri dallarla örtülüydü buranın.
Yaz
mevsiminin en sıcak günlerinin yaşıyorduk. Ev sahibimiz bize çeşitli
meyvelerden getirdi, güzel yemekler hazırladı, bineklerimizin yemini verdi. Geceyi
onun evinde geçirdik. Daha önce tanıştığımız Muhyiddin adlı bir müderrisin bu
şehirde bulunduğunu öğrendiğimiz için onun yerinin sorduk ev sahibimizden. Meğer
ev sahibimiz de medresede talebeymiş! Hemen medreseye gittik. Muhyiddin iyi
tımar edilmiş bir katırın sırtında; öğrencileri önde, hizmetkâr ve köleleri de
iki yanında medreseye geldi. Üzerinde altın işlemelerle süslü geniş ve ağır bir
elbise vardı. Selam verdiğimizde daha kibar ve süslü kelimelerle aldı
selamımızı. Pek nazik konuşarak elimden tutup yanı başına oturttu.
Sonra
Kadı İzzeddin Ferişta denen adam geldi oraya.‘’Ferişta’’ melek
anlamına geliyor. Bu adam temiz ahlakı, saflığı, erdemi ve melek tabiatıyla bu
unvanı hak etmiş biridir! Onu karşıladık. Müderrisin sağ tarafına oturdu. Müderris
önce temel ilimlerden başladı. Sonra branşlara daldı. Ders bitince kalktı, medrese
içinde bir odacığa vardı; burasının benim için döşenmesi emrini verdi. Daha
sonra bana mükellef bir sofra gönderdi. Akşam namazından sonra bana haber saldı;
bahçede bir köşede, çardak altında buldum onu. Orada bir havuz vardı. Su,
kenarları çinilerle kaplı beyaz mermerden yapılmış bir arktan geliyordu buraya.
Müderrisin huzurunda bazı öğrenciler oturuyor, hizmetçi ve köleler iki tarafta
ayakta dikiliyorlardı. Kendisi nakışlı kumaşlarla kaplı bir sedire kurulmuştu.
Onu bu halde görünce kendi kendime ‘’padişahların birinin huzurundayım galiba
‘’ dedim. Beni görünce ayağa kalktı, elimi tutarak yanı başına, sedire oturttu;
sofraya buyur etti. Yemeği bitirdikten sonra yanından ayrılıp medresedeki odama
döndüm.
Daha
sonra talebelerden bazıları, o gece şahit olduğum tarzda her gece aynı şekilde
yemeklerini hocanın huzurunda yediklerini anlattılar bana. Müderris benim oraya
gelişimi övgü dolu ifadelerle bölgenin hükümdarına bildirmiş. Birki hükümdarı o
günlerde şiddetli sıcaklar nedeniyle civardaki yaylalardan birine çıkmış meğer.
Bu yayla gayet serin olduğu için her yaz oraya gidermiş.
Birki Sultanı
Birki
Sultanı, Aydınoğlu Muhammed’dir. Cömertliği, erdemi ve asaleti ile zamanın
hükümdarları arasında öne çıkmıştır. Müderris geleceğimi evvelce duyurduğu için
sultan beni hep alıp götürmek üzere vekilini şehre göndermişti. Ama göre hükümdar ısrar etmeli, ikinci bir
çağırıcı daha göndermeliydi yerimden kalkmam için! Öte yandan o esnada ayağında
çıkan çıban müderrisin ata binmesini engellemişti ve Birki’den ayrıldığı zaman
medresedeki derslerine ara vermek zorunda kalacaktı. Bir müddet sonra Birki
hükümdarı beni ikinci defa huzuruna çağırdı. Müderris bunun üzerine içinden
geçenleri açıkladı, şöyle dedi bana: müderrisin bana yaptığı tavsiyeye
‘’Hayvana
binmeye imkânım yok ama seninle beraber gelmeliyim ta ki senin için yapılacak işleri
birlikte karşılaştıralım. Bu yüzden hükümdarın huzurunda bulunmayı arzu ediyorum!’’
Böylece
ayağındaki yarayı bezle sardı, hayvana bindi. Topuğunu üzengiye koymadan yola
çıktı. Ben de atlandım, kayalar arasında oyulup düzlenmiş dar bir patikadan
ilerleyerek müderresin ardına vardım yaylaya. Güneş batarken hükümdarın kalmakta
olduğu yüksek noktaya geldik. Bir ceviz ağacının altına, su kenarına
çadırlarımızı kurduk. O esnada küçük oğlu Süleyman Bek‘in, kaynatası Sultan
Orhan’ın yanına kaçmış olmasından ötürü endişe içindeydi hükümdar… Yaylaya
ulaştığımız haberi kendisine bildirilince diğer iki oğlunu, Hıdır ve Ömer‘i
(Umur Bey’i) yanımıza gönderdi. Bunlar önce müderrise selam verdiler. Müderris
efendi beni de selamlamaları gerektiğini onlara hatırlatınca döndüler, gereğini
yaptılar, hal hatır sordular. Nereden gelip nereye gittiğimi de sual ettiler ve
ayrıldılar. Bana orada ‘’harkah’’ adı verilen kubbe şeklinde bir çadır
sundular. Harkah, ağaç kalasların yan yana getirilmesiyle kurulur, üzeri
keçeyle örtülür. Tepesinde ışık ve hava girmesi için ‘’badhenç’’ denilen bir
delik bırakılır, istenirse bu delik kapatılabilir; çadır tıpkı ev gibidir.
Gerekli döşek ve eşya getirildi. Ben, müderris ve adamlarıyla beraber ceviz
ağacının gölgesine oturdum. Soğuk pek
şiddetliydi, o gece atım telef oldu!
Ertesi
sabah müderris efendi erkenden hükümdarın huzuruna çıkarak gayet kibar bir
şekilde gerekli bilgileri verdi bana dair. Döndüğü zaman bana da anlattı.
Aradan bir saat kadar geçtikten sonra hükümdar her ikimiz için adamını
gönderdi. Böylece huzura çıktık. Bizi ayakta karşılayıp selamladı. Müderrisi sağına
oturttu. Bende daha uzak bir yere iliştim. Hal hatır muhabbetinden sonra Hicaz,
Mısır, Suriye, Yemen, Irak ve İran hakkında sorular sordu. Biraz
sonra yemek sunuldu. Ziyafet bitince onun yanından ayrıldık. Hükümdar koyun
tulumları içinde un, pirinç ve yağ gönderdi bize. Türklerde böyle bir adet
vardır. Orada kaldığımız süre içinde her gün yanımıza azık gelmekte, bunlarla
yemeklerimizi hazırlamaktayız.
Hükümdar
bir gün ikindinden sonra bulunduğumuz mıntıkaya geldi. Müderris efendi başköşede,
hükümdar onun sağında ben de müderrisin sol tarafında oturuyordum. Bu şekil oturuş,
Türklerin fıkıh bilginlerine gösterdiği saygının en açık ifadesidir. Benden,
Yüce Peygamber’in hadislerinden bir seçki hazırlamamı istedi. Allah’ın selamı
ve rahmeti Peygamberimizi kuşatsın! Derhal hazırladım. Müderris yazdıklarımı
hükümdara sundu. Hükümdar bu eserin Türkçe açıklamasının yazılmasını müderrise
emrederek ayağa kalktı, dışarı çıktı.
Ceviz
ağacı altında hizmetçilerin hazırladığı yemeğimizde baharat, sebze vesaire
kullanılmadığını görünce derhal yağ, baharat gibi maddelerin oraya
getirilmesini buyurdu, haznedarın cezalandırılmasını emretti ve ayrıldı. Burada
ikametimiz uzayınca canımız sıkılmaya başladı. Artık ayrılmak istiyorduk. Öte
yandan müderriste sıkılmaya başladı. Bunun üzerine bir adamın hükümdara
gönderilmesi, yola çıkması için icap etti.
Ertesi gün hükümdarın vekili gelerek müderrisle Türkçe bir şeyler
konuştu. Henüz bunu anlayacak kadar Türkçe
bilmiyordum. Müderris ona cevabını
verdi. O da geri döndü. Adam gidince müderris bana;
‘’ Ne söylediğini biliyor
musun?’’ dedi. Ben de:
‘’Nereden bileyim?’’
dedim. Şöyle anlattı müderris:
‘’Hükümdar sana ne ikram
edilmesi gerektiğini benden duymak istemiş. Ben de ‘’Sultanımızın eli altında
altın, gümüş, at, köle her şey var. Dilediğini göndersin ‘ dedim vekile!’’
Hakikaten
vekil, huzura çıktıktan az sonra geri döndü hükümdarın, o günü orada geçirmemiz
doğrultusunda buyruk verdiğini bildirdi. Ertesi gün hükümdarlarla beraber
şehirdeki saraya inecektik.
Ertesi
sabah hükümdar bize kendi bineklerinden güzel bir küheylan gönderdi. Hep
beraber şehre indik. Ahali bizi karşılamak için yollara dökülmüştü. Demin
bahsettiğimiz kadı ve diğerleri de kalabalık arasındaydı. Hükümdar şehre
girince biz de arkasından, sarayın kapısına kadar onunla birlikte ilerledik.
Orada müderris efendiyle beraber medreseye yöneldik ama sultan bizi çağırıp
saraya gelmemizi emretti. Büyük kapıdan geçip sarayın girişine yanaştığımızda
karşımıza yirmi kadar hizmetçi gördük. Bunlar boylu poslu yakışıklı gençlerdi.
Üzerlerinde ipek elbiseler vardı, saçları ikiye ayrılmıştı. Tenleri kırmızıya
çalan bir beyazlıktaydı. Müderris fakihe sordum:
‘’
Bu civan yiğitlerde neyin nesi? ‘’ Cevap verdi:
‘’
Bunlar Rum delikanlılardır.’’ Çıktığımız uzun merdiven bitince ortasına havuz
bulunan muhteşem bir salona girdik. Havuzun kenarlarında ağzından su akıtan
tunç aslan heykelleri vardı. Salonun
çevresi, üzerleri kumaş döşeli sedirle kaplanmıştı. Bunlardan biraz daha
yüksekte olan bir peyke ise hükümdar için kurulmuştu. Buraya geldiğimizde
kendisine ait peykeyi eliyle kenara itip bizimle beraber oturdu. Müderris fakih
sağ tarafına, kadı onun yanına, bense daha geride bir yere oturdum. Hafızlar
sedirin sağ tarafında yer aldılar. Onlar hükümdarın huzurundan bir an olsun ayrılmıyorlardı.
Limon
suyundan yapılmış, içine büyük tatlı parçaları atılmış bir tür şerbetle dolu
altın ve gümüş kaşıklar vardı. Ayrıca yine şerbet doldurulmuş çini kasalar ve
tahta kaşıklar da vardı ortada. Altın ve gümüş eşyayı, dini kurallar gereği kullanmaktan
sakınan kimseler çini kâseleri ve tahta kaşıkları kullanıyorlardı. Ben söz
aldım, hükümdara şükranlarımızı arz ettim. Konuşurken beni buraya kadar getiren
müderris efendiyi de bir hayli övdüm. Eh, böyle tantanalı ve mübalağalı
konuşmam hükümdarı memnun etmişti.
Birki’de Göktaşı
Yine toplantı esnasında hükümdar bana:
‘’Hiç gökten düşen taş
gördün mü? Diye sordu. Ben de:
‘’Ne gördüm, ne de
işittim!’’ cevabını verdim. Bunun üzerine Birki şehrinin dışına böyle bir taşın
düştüğünü söyleyip adamları çağırttı. Onlara taşın getirilmesini emrini verdi.
Biraz sonra simsiyah, sert ve cilalı gibi gözüken bir kayayı alıp getirdiler.
Ağırlığı zannıma göre bir kantar idi. Hükümdar bu defa taşçıları çağırttı. Bunlardan
dört usta gelip vurmaya başladılar. Herkes demir balyozlarla dörder defa
vurduğu halde hiçbir şey olmadı, şaştım kaldım!
Hükümdar bu tecrübeden sonra taşın götürülüp yerine konulmasını emretti.
Birki Emirinin ikramları
Hükümdarla
birlikte şehre girişimizin üçüncü günü büyük bir davet tertip edildi. Şehrin ileri gelenleri, ordunun yüksek
türbeli subayları, şeyhler, bilginler hepsi bu şölene çağırıldılar. Ziyafetler
çekildi, güzel sesli hafızların okudukları Kur’an-ı Kerim dinlendi. Davet
sonunda bizde medresedeki odamıza dönmek için izin aldık. Burada kaldığımız
müddet içinde her gece hükümdar tarafından gönderilen mumları yakarak
aydınlandık. Onun sunduğu meyveleri yedik. Sonra yüz miskal ağırlığında altın,
bin dirhem gümüş, bir takım elbise at ve Mihail adında bir Rum köle hediye etti
bana. Adamlarımıza da elbise ve para ikramında bulundu. Bütün bunlar, Müderris Muhyiddin Efendi’nin
gayretlerinin neticesiydi. Allah ona en hayırlı armağanı versin! Her bir dosta
ayrı ayrı veda ederek oradan ayrıldık.
Birki’de ve Birki yaylasında kalışımız tam ondört gün sürmüştü.
(İbn-i
Battuta Seyahatnamesi)